6 Haziran 2014 Cuma

Bi Küçük Bozcaada Gezisi



 

Mevsimlerden kış, günlerden cumartesiydi. Sinemada hangi filme gitsek diye bakınırken, “Bi Küçük Eylül Meselesi”ne gidelim dedik. Adanın görüntülerinden o kadar etkilenmiştik ki, film arasında Sertaç hemen bir Bozcaada etkinliği açtı facebook’taki grubumuzda. Tarih belirsizdi. 23 Nisan’lar, 1 Mayıs’lar doluydu. “Bozcaada yalan olacak galiba” diye bir serzeniş geldi bir KHBAG’lıdan. Serzeniş bizi harekete geçirdi ve Bozcaada için 19 Mayıs tarihi belirlendi. Nihan daha önce gitmişti, kalacak yerimizi o ayarladı. Ulaşım işine de Volkan el attı. Bir transporter kiraladık. Çarşamba akşamı düştük yola.

Perşembe sabah Geyikli İskelesi’nden hareketle “ver elini Bozcaada” dedik. Doğruca otelimize gittik. Otel dediğimiz, aslında ev. Misafirhane gibi. Aksoy Konukevi. Oteli ve Pansiyonu da var aynı zamanda. (http://aksoypansiyon.com/) 

Bozcaada otel ve pansiyonları evlerden dönüştürülmüş bu nedenle çok büyük değiller. Böylesi daha sıcak, samimi. Çeşit çeşit reçellerin olduğu kahvaltı, mükemmel. Domatesten tutun da, akasyaya varana kadar her türlü bitkinin reçeli yapılıyor Bozcaada’da. Kahvaltımızı yapıp odalarımıza yerleştikten sonra, Bozcaada sokaklarına atıyoruz kendimizi. 



Rengarenk boyanmış kapılar, pencereler, çiçeklerle süslenmiş sokaklar göz alıyor. Turizm Danışma Bürosundan nereleri gezebileceğimizi soruyoruz. Bize harita üzerinde anlatıyor görevli. Önce, deniz kenarındaki Cafe Rıhtım’da, yanında likör ve puroyla ikram ettikleri kahvelerimizi içiyoruz. Kahve keyfimiz bitince kaleyi geziyoruz. 

Kafe Rıhtım
 



 

















Sonra da, minibüsümüze binip adanın plajlarını keşfe gidiyoruz. Yola çıkarken denize girmek için can atıyorduk hepimiz. Hatta ben mayomu içime giymiştim bile. Ama rüzgardan o kadar üşüdük ki, hepimizin hevesi kursağında kaldı. 

Güneş çıkar mı acaba diye bir umut havayı kontrol ede ede Ayazma Plajı’na geliyoruz. Boruzan Restoran’a oturuyoruz direkt. Hem açız hem de denize giremeyeceğimiz için canımız sıkkın. Siparişlerimizi veriyoruz. Murat diyor ki, “Plaja bir bakalım mı yemekler gelene kadar. Giremesek de sahili görmüş oluruz.” Plaja iniyoruz. Denizde yüzenler insan mı, değil mi onu anlamaya çalışıyorum önce. Evet. İnsan yüzüyor gerçekten de. Murat, “bi ayağımızı sokalım bakalım” diyor. Ayaktı, bacaktı, koldu, beldi derken atıyoruz kendimizi sulara. Tuhaftır ki, denizin suyu sıcak. Hiç üşümedik. “Esas çıkınca donacağız” diye geçiriyorum içimden, “inşallah hasta olmayız.” Çıkınca da üşümüyoruz. Hem de hiç. Yine de tedbiri elden bırakmamak adına, polarımı giyiyorum üstüme. Denize de girmişim ooooohhh miss. Yemekten sonra diğer koyları geziyoruz. Günbatımını izlemek üzere Batıburnu Günbatımı İzleme noktasına doğru yola koyuluyoruz. Yolda harika üzüm bağlarının arasından geçiyoruz. Film karesi gibi her yer. Durup fotoğraf çekiyoruz. Akşam güneşinin ışığında manzara muhteşem görünüyor.






Günbatımının izleneceği yere geliyoruz. Günbatımı izleme noktasında Ada’nın merkezinden dolmuşlar da var, araba olması şart değil yani.


İlerideki fener bizi cezbediyor ve oraya doğru yürüyoruz.

                                    



Polente Feneri 1861’de yapılmış, denizden yüksekliği 32 metreymiş. Ekşisözlükten arakladım bu bilgileri. 

Rüzgara karşı önlemimizi almışız, şaraplarımızı açmışız. Bekliyoruz ki güneş batacak, biz de izleyeceğiz. 

Arkadaş. Bulut gelip kapatmasın mı güneşi ? Güneşin batışını matışını izleyemeden kös kös geri dönüyoruz. “Yarın yine gelelim bari” diyoruz. Vakit epeyce ilerlemiş. Karnımız aç. Merkeze gidene kadar saat 21:30 oluyor. O da ne ! Tüm restoranlar dolu ! Tıklım tıklım ! İşletme sahipleri önceden rezervasyon yaptırmamız gerektiğini söylüyorlar ağızbirliği etmişçesine. Hele isim yapmış bir yer, “Valla bir ay öncesinden rezervasyon yaptırıyorlar” deyince, gözlerimiz fal taşı gibi açılıyor. Bozcaada esnafından pek hoşnut kalmadık zaten. Paraya ve müşteriye doymuş olmalılar ki, tavırları son derece kaba ve ilgisiz. Sonra “Güveç Lokantası”nda tesadüf eseri kalkan bir masa bulunca hemen oraya çöktük.

Rezervasyon yaptırmanın anlam ve önemini kavrayınca, yarın gece için rezervasyon yaptırma telaşına düştük. Yarın, önemli bir gece. Volkan’ın doğum gününü kutlayacağız. Önce, o bilindik yere gittik, “yarın için rezervasyon yaptırmak istiyoruz” dedik. 2 çocuk dahil 11 kişiyiz dedik. Sonrasında, bildiğin mülakata tabi tutulduk. Nereden geliyoruz, Ankara’da nerede oturuyoruz, ne iş yapıyoruz. Sonra CV’mizi yeterli bulmuş olmalı ki, 2. aşamaya geçtik.  Bu aşamada, fiks menü almamız konusunda ısrarlara maruz kaldık. Efendim neymiş, bizim gibi kalabalık gruplar geliyormuş ama herkes yemek yemiyormuş, bir iki kişi yemek yiyormuş, onlar da işletme olarak sıkıntıya düşüyormuş, onları da anlamamız gerekiyormuş. Arkadaş KHBAG’ı tanımıyor tabi. Mottosunu da bilmiyor. Nihan tarafından bulunan KHBAG mottosu nedir ? Şudur: “Ne gerekiyorsa, yiyelim. Ne gerekiyorsa içelim.” “Kendi Halinde Bir Aksiyon Grubu” olmayla “Kendi Halinde Bir Gurme Grubu” olma arasındaki incecik çizgideyiz. Adamceğiz “ya yemek yemezlerse” diye endişe ediyor. Neyse. Yemek aşamasını da atlatınca, sınavın içki kısmına geldik. Hepimiz içecek miydik ? “2 çocuk var, 2 arkadaşımız da alkol almıyor, 2 kişi şarap, geri kalanımız da rakı içer” dedik. Orada Murat’la işletmeci çocuk arasında birtakım hesaplar döndü. Rakamlar havada uçuştu. 70’lik rakı açalım size. 50’lik olursa fiyat bu olur. Öyle olursa şu kadar olur fiyat, böyle olursa bu kadar olur derken, rezervasyonumuzu yaptırdık. Adam bir de “erken gelin” diye sıkı sıkı tembihledi bizi. “Kaçta mesela?” “19:30 gibi gelin”. “Sebep ?” “Meze kalmaz, istediğiniz gibi meze bulamazsınız. Sizin için diyorum ben.” “Peki.” Günbatımı yattı bu durumda. Volkan’ın doğumgününü kutlamayacak olsak bu muameleye katlanmazdık ama. “Ya sabır” diyerek çıktık restorandan. Adını versem mi, vermesem mi, hadi vereyim, Bade-i Aşk mıydı neydi.

Şurası denize girdiğimiz yer...
Ertesi gün, merkezde denize girdik. Buzzzzz gibiydi su. Yine de çok güzeldi. Pırıl pırıl, dupduru. Yine de ikinci kez girmeye cesaret edemedim. Miniklerimizi kimse tutamamış, Arya ve Defne ikinci kez de girmişler Murat’la birlikte. Deniz sefasından sonra ben, Çınaraltı Kafe’ye gittim. “Bi Küçük Eylül Meselesi” filminden aklımda kalmıştı bu ağaç ve kafe.


Ekibin bir kısmı burada çay-kurabiye keyfi yapıyordu. Onlara katıldım. Türk kahvesi istedim, “fincan yok” dediler, vermediler. Çay içmeme bir şey demediler eksik olmasınlar. Çay siparişi verdim. Kafenin kurabiyesini beğenmedim. Sertaç’a “Hadi Çiçek Fırın’dan alalım kurabiye” dedim. Kalktık kurabiyeyi aldık geri döndük. Çay hala gelmemişti. =) Hatırlattım da mı geldi, kendiliğinden mi geldi bilmiyorum şimdi. Ama sanırım o bir bardak çayı içtim. Galiba. Herhalde. Sonra meşhur gelincik şerbetini tatmak üzere Ada Kafe’ye oturduk. Karakteristik bir tadı yok bana sorarsanız. Ama yine de siz de bir kez tadına bakın bence. Akşama doğru Ada’nın öbür tarafında gezinirken, Mor Kafe diye bir yer gördük. Burası deniz kenarına sıralanmış birkaç restoranın olduğu bir yer. Mor Kafe’dekilerle konuştuk ettik derken, akşam yemeğini dolayısıyla doğum gününü burada kutlamaya karar verdik. Buranın yaklaşımı daha insancıldı. Daha güleryüzlü, şart şurt koymayan, sevecen insanlardı. Öbür tarafı iptal ettirdik. Akşam geldik Mor Kafe’ye. Burası da güzeldi güzel olmasına ama. Ortaya barbun söyledik. Adam başı bir tane düştü. Niye böyle oldu anlamadık. Neyse güzel eğlendik. Volkan’a yaptığımız sürprize başta kendisi olmak üzere Mor Kafe’nin işletmecileri de bayıldı. Volkan’a buradan bir kez daha sağlıklı, mutlu, huzurlu ve bol gezmeli, KHBAG’lı yıllar diliyorum.


Pazar günü. Adadaki son günümüz. Esra’nın arkadaşının, gelirken yoğunluktan dolayı arabasını Ada’ya geçiremediğini, iskelede bırakmak zorunda kaldığını duyunca, günümüzü feribot sırasında tüketmeyelim diye, sabah erkenden Ada’dan ayrılıp Çanakkale’yi gezmeye karar veriyoruz. Kafe Rıhtım’da, denize karşı son kez purolu, likörlü kahvelerimizi içip Ada’ya veda ediyoruz. Çanakkale’ye doğru giderken, yolda bir gelincik tarlası görüyoruz.

 


Truva Antik Kenti’nde, tahta atın önündeyiz. Burada kostüm kiralayıp fotoğraflarınızı çeken gençler var. KHBAG olarak böyle bir şey yapalım mı diyor. Kim diyor ? Hamuki diyor. Kostümlerimizi giyip, hemen Truva’lı KHBAG Hanedanını kuruveriyoruz. Hamuki’ye krallık çok yakıştı.


Truva Antik Kenti
Truva, dünyadaki en ünlü antik kentlerden birisi. Truva’da görülen 9 katman, kesintisiz olarak 3000 yıldan fazla bir zamanı gösteriyor. Anadolu, Ege ve Balkanların buluştuğu bu benzersiz coğrafyada yerleşmiş olan uygarlıkları izlememizi sağlıyor.

İlk olarak 1871’de Heinrich Schliemann, daha sonra W. Dörpfeld, C.W Blegen tarafından kazılmış olan bu görkemli arkeolojik şehirde kazılar halen Tübingen Üniversitesi tarafından sürdürülüyor.
Truva deyince Alman arkeolog Manfred Korfmann'ı da anmadan geçmek olmaz. Korfmann, antik kentin kazı tarihinde önemli bir yere sahip. 2003 yılında Türkiye vatandaşı olup, Osman adını ikinci isim olarak aldı.
Antik kent aynı zamanda önemli bir turistik gezi noktası olduğu için Korfmann kazılarına ilk olarak ören yeri düzenleme çalışması ile başlamıştır. Yaptığı arkeolojik çalışmalar, kentin millî park olmasına verdiği destek ve antik kentte turistlere yönelik çalışmalarıyla hatırlanır.
Antik kenti de gezdikten sonra Çanakkale sahile gidiyoruz. Şehirdeki Truva Atı’nı da görüyoruz. Wolfgang Peterson’un yönettiği, Brad Pitt, Diane Kruger, Orlando Bloom’un oynadığı “Truva” adlı filmde kullanılan bu at, filmden sonra Çanakkale’ye hediye edilmiş.





Öğle yemeğini yedikten sonra, Ankara’ya dönüş öncesi, Çanakkale esnafını kalkındırmak amaçlı alışverişler yapıyoruz. Babalık Peynir Helvacısına giriyoruz. Önce oturup orada yiyoruz peynir tatlısını, dondurmayı. Dükkanda ne varsa yiyip içiyoruz. Sonra da Ankara’ya götürmek üzere paketler hazırlanıyor. Ve yine bildik son. Ankara’ya doğru yola çıkılıyor.

Biraz daha fotoğraf: 








Hiç yorum yok:

Yorum Gönder