11 Nisan 2017 Salı

Çılgın Türkler Belgrad’ı Tekrar Zaptetmiş, Ama Bu Kez Turist Olarak



İstanbul’da yaşayan ahretliğim, "Belgrad’a gidiyoruz, sen de gel" dediğinde, burun kıvırmıştım. Belgrad ne alaka, ne varmış ki orada demiştim. Ama Hatice’yle uzun zamandır seyahat etmemiştim bir, Belgrad vize istemiyordu iki, yakındı üç, ucuzdu dört. Bütün bu etkenler bir araya gelince, kendimi Hatice, Hatice'nin kardeşi Ramazan, Ramazan'ın eşi Semra ile birlikte Belgrad uçağında buluverdim.

Atatürk Havalimanından yaklaşık 1 saat 15 dakika süren bir uçuş sonrasında Belgrad semalarında muhteşem bir gün batımı eşliğinde, muhteşem bir kuş bakışı manzara karşıladı bizi. Önyargıyla geldiğim şehri seveceğimin ilk işaretiydi bu manzara. 
 

Havaalanından otele taksiyle gidelim dedik. Taksiler nereden kalkıyor diye bakınırken, bir taksici yanımıza sokulup, otele 20 Euro’ya (4 kişi toplam) götürmeyi teklif etti. Biz de “hemen atlamayalım, bir iki kişiye daha soralım” derken, Goran çıktı karşımıza. Goran da aynı teklifi getirince, dedik “herhalde rayiç bu, fazla da şeyetmeyelim akşam akşam”, bindik taksiye. Sonradan anladık ki, Goran korsan taksiciymiş. Yasal çalışan havalimanı taksicileri varmış, onlar taksimetre açarlarmış. Neyse, Goran Bey sadece bizi kazıklamakla kalsa iyiydi. Yol boyu, girişimci fikirlerine bizi de ortak etmeye çalıştı durdu. Neymiş efendim, İstanbul’da altın çok ucuzmuş. Bir daha gelirken oradan altın alıp gelelimmiş, burada satalımmış. Kalacak yer ayarlarmış bize daha ucuza. “Yav he he” dedik biz amma, Goran Bey kararlı. Telefonunu yazdırdı bize. Yazmış gibi yaptık. Fakat tutturdu, çaldırın ben de sizi kaydedeyim diye. Numarayı yazıyormuş gibi yapan bendim, ama çaldırmak istemeyince, yanında oturan Ramazan’a sardı bu kez. Neyse güç bela Goran girişimcisini savdık başımızdan. Otelimizin olduğu sokağın başında indirdi bizi, araç girmiyormuş çünkü o sokağa.  

“O sokak” diye bahsettiğim yer, beni benden alacakmış meğer nereden bileyim ? Taksiden inip de otele doğru yürürken, önce tatlı bir akşam esintisi hoş geldin dedi yüzümüze çarparak. Sonra baktım ki, Arnavut kaldırımında yürüyorum. Kafamı kaldırdım, sağımda solumda, her birinden tatlı namelerin geldiği, canlı müzik yapılan restoranlar. Otele kadar yürümedim, uçtum desem yeridir. Belgrad’ı çok seveceğimin ikinci işareti, bu adını sonradan telaffuz edebildiğim sokak oldu. (Skadarliya ya da Skadarska)

 


 

Otele yerleştik. Otelimizin adı, Bohemian. Odamıza da aşık olduk. Neşe içinde odanın içinde kelebekler misali oradan oraya uça uça yerleşirken, başımıza geleceklerden habersizdik. 
 

Hazırlanıp kendimizi sokağa attık. Gelmeden önce yaptığım araştırmalarda, Belgrad’daki meyhane tarzı restoranlara Kafana dendiğini okumuş, bunların en ünlü olanlarının isimlerini not almıştım. Bu meyhanelerin bulunduğu sokağı, Bohem olarak nitelendirildiği için çok merak ediyordum. Meğer, otelimiz o sokaktaymış. Mutlaka deneyelim dediğimiz kafanalar da sıra sıra o sokaktaymış. Bir Ayşe daha ne ister?


Bir yere oturmadan önce sokakta birkaç kez bir aşağı bir yukarı yürüdük. Yukarı doğru yürürken, bir mekanın önünden geçiyorduk. Mekanın önündeki kız bizi içeri davet etti. Mekanın hem barı hem de kafesi vardı. Kız, “isterseniz oraya, isterseniz buraya gelin” dedi. Biz kıza gülümsedik sadece. Aşağı doğru yürürken yine aynı mekanın önünden geçtik, kız yine buyur etti. Biz yine gülümseyerek baktık kıza. Üçüncü kez, yukarı doğru yürürken kız, gülerek, “Bari bu sefer gelin” dediğinde, hep beraber koptuk ama yine de girmedik mekana. Çünkü açtık, aç ! Dönüp dolaşmaların ardından, Tri Šešira yani 3 Şapka anlamına gelen restoranda yemeye karar verdik. Çünkü Belgrad’ın yerlileri burayı öneriyormuş. Ortaya bir garnitür tabağı, Cevabi dedikleri bizim İnegöl köfteye benzeyen köftelerden, bir de salata söyledik. Köfteler, bizim İnegöl köftelerin iki katı büyüklükteydi, sayı olarak da bizimkilerin servis ettiğinin 2 katı kadardı. 4 kişi tıka basa doyduk, ödediğimiz para da, Türkiye’de böyle bir yemeğe ödeyeceğimiz miktarın epeyce altındaydı.
Dobroveççe. Öğrendiğim ilk ve tek Sırpça kelime. Merhaba demekmiş. 
Yemek sonrası bir tur daha atıp Bohem sokağımızda, odalarımıza çekildik. Mışıl mışıl uyumanın hayalini kurarken, yattıktan bir iki saat sonra gürültüye uyandık. Bizim otelin içinde bir gece klubü varmış meğersem. Gümbür gümbür bir müzik sesi. Baslar sanırsın ciğerlerimde, göğüs kafesimde çalınıyor. Şimdi biter birazdan biter derken o gece sabahı sabah ettik. Sabah durumu resepsiyona bildirdik, “dün gece özel bir parti vardı, bu gece gürültü olmaz herhalde” dediler. İnşallah hadi bakalım deyip, kahvaltı yapmaya çıktık. 

Belgrad’lılar da, bizim gibi, hamur işi seviyormuş. “Pecara” dedikleri, bizim pastanelerimiz misali yerlerde envai çeşit börek, poğaça, kek vb. hamur işi satılıyor. Resepsiyondaki Jelena’dan (J'ler Y okunuyor) bize pecara önermesini rica ettik. Toma’yı önerdi. Toma, ziyaret listemizde bulunan Cumhuriyet Meydanı’na yakın bir yerdeydi.

Toma
Meydan, Belgrad’ın en merkezi yerlerinden biriydi, bizdeki Ulus Meydanı/Kızılay Meydanı gibi. Bir izci grubunun gösterisi vardı biraz onu izledik. 



Toma’yı bulup böreklerimizi çöreklerimizi aldıktan sonraki istikametimiz, Kalemegdan denen kaleydi. Kaleye de Cumhuriyet Meydanına çıkan, bizim Tunalı Hilmi’miz, İstanbul’un İstiklal’i gibi olan Kinez Mihail Caddesinden yürüyerek gidiliyordu. Yürüdük. Kalenin parkındaki, Sava nehrine nazır banklardan birine oturup kahvaltımızı ettik.

Kahvaltıdan sonra manzara seyri..

Sonra Kale’yi gezdik. Cumartesi olduğu için epey kalabalıktı. Kalenin içinde Paşa Konağı ve Damat Ali Paşa Türbesi gibi Osmanlı eserleri var. Buraları ikinci kez gittiğimiz Pazartesi günü, daha sakinken tekrar gezdik.

Fotoğraflarını çekmemişim ama, buraya mutlaka yazmak istediğim bir şey var. o da şu, Belgradlı amcalar parklarda, kafelerde satranç oynuyorlar hep. Takdire şayan değil mi ?
Kalemegdan

Kalemegdan
Damat Ali Paşa Türbesi
Damat Ali Paşa Türbesi

Damat Ali Paşa Türbesi
Osmanlı Konağı
Kaleyi gezdikten sonra, Aziz Sava Katedrali vardı sırada. Orası da şehrin diğer tarafındaydı. Katedrale doğru yürürken, yolda, Albert Einstein, Alfred Hitchcock, Maxim Gorki gibi isimlerin konakladığı, tarihi bir otel olan Mosvka’da kahve molası verdik. Spesiyal tatlısının tadına baktık.



Dinlendikten sonra tekrar yürümeye başladık. Sora sora Bağdat bulunurmuş, biz de katedrali bulduk. Aziz Sava, Sırp Ortodoks Kilisesinin kurucusuymuş. Rivayete göre Osmanlı Paşası Sinan Paşa bu katedrali yıktırmış. Sırplar da sonradan bu kilisenin kalıntılarının olduğu yere bu katedrali yaptırmış. 


Nicola Tesla müzesi de Katedralin olduğu taraflardaydı. Gelmişken müzeyi de görelim dedik. 40 kişiye sorduk, 40 ayrı yol tarifi aldık. Belgrad’ın sokaklarında bir aşağı bir yukarı dolanırken, artık ümidimizi yitirmeye başlamışken, Müze’yi gördük. Daha doğrusu bir bina gördük, bu binadan olsa olsa müze olur dedik. Burası da değilse, neresi olsun artık dedik. Hezeyanlarımızı bastırmaya çalışarak binanın kapısına kadar gittik. İngilizce yönlendirme/levha filan yok. Binanın camında "Nicola Tesla Experiments" yazan bir poster var sadece. Müze burası mıydı, değil miydi emin olamadık. İçeri girip sorduk, “Gardaş Nicola Tesla Müzesi bura mı ola” dedik. “He” dediler. Şükürler olsun diyerekten biletlerimizi aldık. 5 dakika sonra yakışıklı bir Sırp delikanlı, bize Tesla’yı ve müzeyi İngilizce olarak anlattı. Anlayabildiklerimiz yanımıza kar kaldı, anlayamadıklarımız soru işareti oldu, sonra da havaya uçtu gitti. Nicola Tesla demişken. Tesla da bildiğin acıların çocuğuymuş. Abisini kaybedince takıntılı ve şizofrenimsi biri olup çıkmış. Okulu yarıda bırakmış. Babasının soyadını beğenmemiş, Tesla soyadını kendisi sonradan almış. Amerikan hükümeti ve bağzı Amerikan firmalarınca buluşlarının önü kesilmiş. Thomas Edison Tesla’yı çok fena kazıklamış mesela. Tesla’ya bir görev vermiş, karşılığında 50 bin dolar vereceğini söylemiş. Tesla görevi bitirdiğinde Edison çamura yatmış, “Tam bir Amerikalı gibi düşünmeye başladığında Amerikan şakalarından da anlayabileceğini” söylemiş. Daha neler neler. Dahasını merak edenler, googledan, ekşi sözlükten okuyuversinler. 

Foto: İnternet
Tabanlarımıza kara sular inmişti ama biz keşfe doymuyorduk. Müzeden çıkıp, Taş Meydan’a ve yakınındaki Aziz Mark Kilisesine gittik. 


Akşam olmak üzereydi ve acıkmıştık.  Tavsiye üzerine Manifaktur diye bir restorana gittik. İyi pişmiş olsun demediğimiz için etlerin bazısı az pişmiş geldi. Ben ve Hatice burger köftesi ile kaymaklı dedikleri bir et yemeği söylemiştik. Sırp ev şarabı içtik, onu beğendik. 


Akşam, Sava Nehri kenarındaki barlarda eğlenerek yemek acısını unutturacaktık kendimize. Lakin, gece yaşamıyla ünlü Belgrad’ın mekanlarına önceden rezervasyon yaptırmak gerektiğini düşünememiştik. Caz müziğinin yapıldığı Jazz Basta’ya gittik ama içerisi tıka basa doluydu. Girmemizle çıkmamız bir oldu. Listemizde bulunan diğer mekanlardan da aynı şekilde çıkmak durumunda kalınca, bizleri olduğumuz gibi kabul edecek bir mekana kapağı attık. Attık atmasına da, o kadar kalabalık ki, garsonun biri her geçişinde çarpıyordu. Üstelik içeride sigara da içiliyordu. Belgrad’ın sevmediğim tek yanı, mekanların içinde de sigara içilebilmesi oldu. Kalabalığa ve kokuya dayanamayınca kendimi dışarı attım. İki sandalye vardı, birine çöktüm. Ücretsiz wi-fi da vardı. Bir Ayşe daha ne ister hayattan ? Sonra bizim ekip de geldi.

Belgrad'ın gece mekanlarından çektiğim tek fotoğraf bu olmuş =/
Bir de bu. Mekanların hepsi dekorasyonuyla, havasıyla çok özenliydi.
Oradan ayrılıp başka bir mekana daha gittik. Bu kez dışarı kaçamadım çünkü oturacak yerimiz vardı. Sigara kokusu eşliğinde bir iki saat de burada geçirdik. Bir sürü mekana girip çıktık. Hepsi de iyiydi. Belgrad’ın gece hayatıyla ün salması boşuna değildi. Fakat sabaha kadar dans tipi bir eğlence de pek bize göre değildi. Bünyemiz düzenli uyku isterdi. Yine de saat 2’yi bulmuştu. Artık bugün özel parti yoktur, zaten saat de geç oldu, müzik filan sona ermiştir umuduyla odamıza gittik. Uyuduk. Bir süre sonra uyandık yine aynı gümbürtüyle. Bu kez gerçekten zıvanadan çıkmıştık. Resepsiyona gittik, görevliyi odaya çağırdık, “Bakın, abartmıyoruz. Müziğin sesini gelin kendiniz duyun. Siz olsanız uyuyabilir misiniz” diye sorarak. Adam, “haklısınız ama elimden bir şey gelmez” dedi. Biz de polis çağırırız dedik. Polis çağırmayın dedi. Biz de “Yarın odamızın değiştirilmesini istiyoruz. Yoksa para ödemeyeceğiz” dedik. Adamcağız yüzünde çaresiz bir ifadeyle çıktı odadan. Bizim de sinirler laçka tabi. Neyse yattık. Uyumaya çalıştık. Saat 4 gibi ses azaldı. Biraz uyuyabildik. Sabah olduğunda, resepsiyondaki kız, Jelena, endişeli ve üzgün bir ifadeyle karşıladı bizi. “Nasılsınız” diye sorar sormaz kadına resmen kustuk önceki gece yaşananları. Jelena da “Biliyorum, biliyorum. Size başka bir oda ayarlayacağım” dedi. Gerçekten çok üzgündü. O kadar üzgündü ki, bu sefer biz onu teselli eder olduk. “İnsanlık hali. Olur böyle şeyler. Çok da şeyyapma yaaa” filan diye epeyce dil döktük. 

İkinci günün sabahına, Belgrad’ın süpermarketi Maxi’den kahvaltı alış verişiyle başladık. Üstü açık otobüslerle şehir turu yaparak şehri gezmek, gezerken de kahvaltımızı yapmaktı planımız. Fakat bu sefer de tur otobüslerinin nereden kalktığını 40 Belgradlıya sorup, 40’ından da farklı yön tarifi aldık :D İçgüdülerimiz sağolsun, orası mıdır burası mıdır derken, bir üstü açık otobüs gördük (Tamam, Ramazan gördü ilk). Aradığımız otobüs o olabilir mi diyerek yanına gittik. Aradığımızı bulmuştuk. Kişi başı 600 Dinar verip (Yaklaşık olarak 18 Türk Lirası yapıyormuş Ramazan'ın hesabına göre. Dinarları 3'le çarpın dedi çünkü) biletlerimizi aldık, üst kattaki koltuklara yerleştik. Tur güzeldi. Belgrad’ı panoramik olarak gezmiş olduk. Benim niyetim, 2 numaralı tramvayla gezmekti ama o olamadı. Belki bir dahaki sefere ;) Bir de bot turu vardı. Onu da yapamadık bu sefer.

Otobüsten Panoramik Belgrad
Otobüsten Panoramik Belgrad
Otobüsten Panoramik Belgrad
Sonraki rotamız, Zemun denen, Sava nehri kıyısındaki mahalleye gitmekti. Zemun, Yeni Belgrad tarafında bir mahalle. Restoranların olduğu nehir kenarındaki mekanları dolaşmadan önce, mahallenin içini keşfe çıkıyoruz. Burası biraz Havana'ya, biraz İstanbul'daki Büyükada'ya benziyor.



Keşfi bitirdikten sonra, ilk planımız olan Reka Restoranını aradık. Bulmak epeyce sorun oldu, çünkü tabelalar Sırp dilinde. İngilizce tabela yok. Dolayısıyla hangi restoran hangisi bilemiyorsunuz. Sora sora bulduk Reka'yı fakat, oradan elektrik alamadık.

Reka burası
Rotayı, Vedat Milor’un gidip önerdiği başka bir restoran olan Šaran’a çevirdik. Burası epeyce lüks bir restorandı, Belgrad standartlarına göre de pahalıydı. Ama olsundu! Bir daha mı gelecektik Dünya’ya. Vedat Milor’dan neyimiz eksikti =P Oturduk. Burası lüks restoran, porsiyonları ufaktır, doymayız diyerekten iki çeşit yemek söyledik. Fakat, ilk gelen tabağı görünce gözlerimiz yuvalarından fırladı. Porsiyonlar anne porsiyonları gibiydi. Tepeleme doluydu tabaklar. Yine de her şeyi mideye indirdik =D Üstüne tatlı da yedik, tatlısı da güzel diye yazıyordu yorumlarda. Ama tatlılarını vasat bulduk. Siz giderseniz orada yemeyin. Başka bir yer önereceğim. Tatlıyı orada yiyin ;) 

Burada da yine, tıpkı Küba'da olduğu gibi, amcalar koca koca enstrümanlarıyla canlı müzik yapıyorlardı.
İkindi vakti böyle tıka basa yiyince, biraz insan olalım, bari akşam yemek yemeyelim dedik. Netekim yemedik =D Canımız ciğerimiz sokağımızda takıldık. Oturduk, birşeyler içtik. Ürkerek otelimize doğru gittik. Neyse ki, odamız değişmişti ve gürültüsüz bir odaydı. Mışıl mışıl uyuduk Belgrad'daki son gecemizde. Giderseniz, Bohemian'da 6 numaralı odadan uzak durun !

Belgrad’daki son günümüze, Kale’nin parkında piknik yaparak başladık. Maxi’den aldık nevalemizi, çimlere yayıldık. Hatice, Maxi'den aldığı böreği öve öve bitiremedi. Sıkı sıkı tembihledi beni: Maxi'den börek almalarını yaz diye. Aha da yazdım =P Kahvaltı bana kaç liraya mal oldu ? Kasa fişine bakıyorum 479,99 Dinar ödemişim. Yani yaklaşık 15 Türk Lirası. Fotoğrafta gördüğünüz üzere bir simit, bir ufak ekmek, bir muz (fotoğrafta yok, poşetin içinde =P ), bayaa büyük bir kalıp beyaz peynir, elma, iki çeşit zeytin, kefir (poşette), yoğurt, plastik çatal-kaşık-peçete var bu alışverişin içinde.


Kahvaltımızı ettikten sonra, çimlerde yatıp keyif yaptık. Sonra Kale’yi bir de sakin haliyle gezelim dedik. Gezdik. Fotoğraflar, selfiler çekindik ki, anılarımızı unutmayalım, özledikçe dönüp bakalım diye. 
Meydanı boş bulan Ayşe yoga duruşları deniyordu =D
Burası İstanbul Kapısıymış. Cumartesi günü çok kalabalıktı. Pazartesi sakin halini fotoğraflamak keyifli oldu.
Kale dönüşü, meydanda kahve molası verdik. Daha önceden önünden geçtiğimiz bir butik pastaneden tatlı aldık, kahvemize eşlik etsin diye. Šaran’ın tatlılarına 5 basardı. Kayısılı tart 10 numara 5 yıldızdı. Yolunuz düşerse mutlaka deneyin. Pastanenin adı Hleb&Kifle Meydana çıkan sokaklardan birinde, Kinez Mihail Caddesinin oralarda, caddenin alt paralelinde diye hatırlıyorum. Kayısılı tart yiyin. ;) 

Kayısılı tart bu !
Kahveden sonra, ekip alışverişe gitti. Ben bir şey almayacaktım. Sokağıma gittim. Doya doya vedalaşmaya. Kafelerden birine, Kaldrma’ya oturdum.

Otelin resepsiyonundaki kızlardan Tamara, 3 Sırp birası önerdi: Jelen (geyik demekmiş), Lav (aslan demekmiş) ve Nikšicko. Çoğu yer Jelen satıyordu. Lav sordum bir mekanda "yok" dediler. Sonuncuyu da bizim sokakta bir yerde içtim. Sırp biraları da ev şarapları da güzeldi.
Aylaklığın tadına vardım. Alışveriş ekibi dönünce, Tri Sesir’de veda cevabisi yiyelim demiştik önceden. Yedik. İlk gece ortaya söylemiştik 2-3 çeşit yemek. O nedenle köftenin porsiyonunun ne kadar büyük olduğunu unutmuşuz. Bizim İnegöl köftenin 2 katı uzunluğunda, 18 adet gelen köftelerin hepsini bitiremedik tabii ki. İştahının açık olması da bir yere kadar. Niye bir porsiyonu iki kişi paylaşmadık diye hayıflandık fakat son pişmanlık neye yarar dedik.

Köftelerden yiyemediklerimiz. Toplamda kaç saymıştık yaa, 18 miydi ? Neyse yalan olmasın, porsiyon bayaaaaaaaaa büyüktü !

Yemek sonrası, kaçınılmaz son gelmişti. Belgrad’da otelde, restoranlarda, marketlerde, sokaklarda, barlarda, kafelerde her yerlerde gördüğümüz memleketlilerimiz tabii ki havaalanında da olacaklardı. İstanbul’a yakın olması, vize istememesi, ucuz olması, havasının suyunun tertemiz olması, Belgrad’ı Türkler için bir cazibe merkezi haline getirmişken, sen hala ne duruyorsun ey okur =P =D  

Bohem Sokağımdan manzaralar
Skadarlija

Belgrad'da musluk suları içilebildiği gibi, sokaklardaki çeşmelerden de su içilebiliyor. Seyahatimiz boyunca suya para vermedik.

Skadarlija
Skadarlija
Yine o sokak =P
Skadarlija. "Başka da görülecek yer yok galiba" mı dediniz ? Var, valla var. Bir sürü yer var, da, ben burayı çok sevdim =D
Malum Sokak =D
Tramvaylar pek romantikti
Şu ağacın altındaki bank hep doluydu. Bi fotoğraf çektiremedim :(

Tuna ve Sava nehirlerinin birleştiği yer
Nicola Tesla Müzesini ararken kaybolduğumuz sokaklardan birinde
Nicola Tesla Müzesini ararken kaybolduğumuz sokaklardan birinde
Nicola Tesla Müzesini ararken kaybolduğumuz sokaklardan birinde
Ayşe mi yazıyo orada =P

Zemun'da gençler eğleniyor
Zemun

Zemun. Belgrad yemyeşil bir kent. Her yer ağaç, park, bahçe. Havası tertemiz. İlk gün sabah uyandığımızda,
pencereyi açtık. İçeriye dolan hava o kadar temizdi ki, çocukluğumuzdaki köylerin havasını çağrıştırdı bize.
Zemun
Zemun
Zemun
Zemun
Bu ağaçlardan her yerde var neredeyse. Çok sevdim. Ne ağacı bilmiyorum =/
Türk Kahvesi, bazı yerlerde Klasik Kahve diye geçiyor. Ve, duble geliyor.
Bazı kelimeler çok benziyor Türkçe'ye

Biznis klub =D


2 yorum: